Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Gençlerin jeopolitik konumu: Coğrafya, siyaset ve toplumsal etkileri

Yazının Giriş Tarihi: 10.05.2023 13:15
Yazının Güncellenme Tarihi: 10.05.2023 13:15
Gençlerin jeopolitik konumu: Coğrafya, siyaset ve toplumsal etkileri

Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili, jeopolitik konumu son derece önemli, dört mevsimin de ayrı ayrı yaşandığı, tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yapıldığı ve tatlı su kaynaklarının olduğu bir ülkedir.” Efradını Cami ağyarını mani, çocukken okulda, üzerinde yaşadığım ülkeyi böyle tanıtmışlardı. Benimle akran olanlar bilirler. Jeopolitik! Ne kadar da havalı bir sözcük. Yani, dünya üzerinde bulunduğu nokta, diğer ülkelere göre konumu, askeri ve ekonomik konularda çevresi ile olan etkileşimi. Jeopolitik konumunun önemi, Asya ile Avrupa arasında bir köprü olmasından geliyormuş. Bir kısmı Avrupa’da, büyük çoğunluğu da Asya Kıtası’ndaymış. Bir kısmı Asya’da olmasına rağmen Asyalı, diğer bir kısmı da Avrupa’da olmasına rağmen Avrupalı değilmişiz. Anadolu imiş bu toprakların adı. Kültürümüz de ona göre şekillenmiş elbet. Kanunlarımız Avrupalılardan bize angaje edilmiş, gündelik hayatımızı ise Yakın Doğu belirlemiş. Yüzü Avrupa’ya dönük Yakın Doğulularmışız. 

Sizi biraz daha geriye götürmek isterim. Ben çocukken, televizyonda şapkası olan, tıpkı diğer ünlüler gibi talk-show’lara katılan bir adam vardı. Ona daha çok ve özel hürmet edilirdi, diğer konuklar gibi ağırlanırdı, şarkı söylemezdi, filmi ya da dizisi de yoktu. Zaten o kişiyi sadece haberlerde görürdüm. Bir de televizyona bir kadın çıkardı, yine haberlerde ve ciddi ciddi konuşur, ailemin dikkatle dinlediği ve üzerine yorum yaptığı bir şeyler anlatırdı. Önemli biri olduğunu anlayabiliyordum, sonuçta bütün kameralar onu çekiyor ve pek çok mikrofon tutuluyordu kendisine. Ancak anlayamadığım, ne bir tiyatrocu gibi rol yapıyor ne de bir şarkıcı gibi şarkı söylüyordu. Küt sarı saçlı ve ciddi ciddi konuşan bir kadın… Komik ve ilgi çekici değildi söylediği şeyler. Sık sık, düşündüğü aralarda “ıı…” ve “ee..” derdi. Bir de televizyona Yasemince adında bir programda, onun tıpa tıp aynısı, tıpkı onun gibi konuşan bir kadın daha çıkardı. O programa ise gülme efekti gelirdi bir şeyler söylediği zaman televizyondan. Bana da komik gelirdi, o kadın daha eğlenceli konuşuyordu çünkü. Bir de zayıf ve bıyıklı bir adam vardı. O adamın bir benzerini de Levent Kırca’nın programında görmüştüm. Makyajı beni korkutsa da ilginç gelirdi. Önce biraz komik bir şekilde konuşur sonra da bir şarkıyı söyler gibi yapar ve dans ederdi. Biraz daha büyüdükçe anladım, şapkalı kişi Süleyman Demirel, Yasemince’de çıkan kişi Tansu Çiller, zayıf ve bıyıklı olan kişi ise Bülent Ecevit imiş. Benim o zamanlar ilginç bulup baktığım pek de anlamadığım şeyler ise siyasi mizah yapan programlarmış. Geriye dönüp izlediğimde, çok sert eleştirilerin ne denli ustaca yapıldığına aslında canlı şahit olmuş ama yaşımdan ötürü anlamamışım. Tıpkı çocukken beni götürdükleri düğünde, hoparlör altında birleştirilmiş iki sandalye üzerinde uyumam gibi. Yani aslında düğündeyim ama bir taraftan da bilinç olarak ortamda değilim.

O yıllardan itibaren değişmeyen bir şey vardı, Avrupa Birliği Üyeliği. Televizyonda ana haber bültenlerinde sık sık duyardım. Avrupa Birliği’ne dahil olmaya çok yaklaştığımızı söylerdi televizyondaki abi ve ablalar. 2003 yılında Sertab Erener Eurovision’u kazanmıştı. Sonuçta okulda, sınıfımda bile bu konuşuluyordu. “Eurovision siyasi bir yarışmadır, o yılın genel siyaseti ile ilgilidir. Eğer diğer ülkeler seni seviyorsa, kabullenmişse puan verir.” minvalinde şeyler söylüyordu sınıf arkadaşlarım. Aslında bu sadece evlerinden çıkan sesin benim sınıfımdaki yansımasıydı. Çocuklar Duymasın’ın ilk orijinal bölümlerinde bile “Avrupa Birliği’ne girelim mi girmeyelim mi?” tartışması vardı. Kokoreç ve etli çiğ köfte yasaklanırsa Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye haberler yapılıyordu. Mirkelam’ın konu hakkında bir bestesi bile vardı! Aynı yıl ve takip eden sene Annan Planı diye bir şey geziyordu ortalıkta. Ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Canlı yayınlar yapılıyor, Annan Planı tartışılıyordu. Bir de Kopenhag Kriteri diye bir şeyler söylüyorlardı. Artık Demirel’i Çiller’i geçip çocuk kafamla dış siyasete de açılmıştım. Kofi Annan diye bir kişi girmişti hayatıma. 17 Ağustos 1999 Depremi’nde destek için gelen Bill Clinton ve selefi ABD Başkanı George W Bush’u da arada bir görüyordum ancak Annan gibi onların da bir planı var mıydı bilmiyorum. Sadece hatırladığım deprem bölgesinde, bir bebeğin Clinton’ın burnunu sıkmasıydı. Ancak Kofi Annan’ı biliyordum, bir planı vardı ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri idi. Ancak Birleşmiş Milletler ne, Genel Sekreteri ne iş yapar Annan’ın planı nedir hep bir soru işaretiydi. Çok küçük yaşlarda çok fazla maruz kalmıştım ben de, hepiniz gibi…

Avrupa’nın pek çok gelişmiş müreffeh ülkesinde, gençler politikacıları pek tanımazlar. Ülkelerinin başkanları yahut başbakanları gibi en göz önünde olan siyasi figürleri genel kültür olarak bilirler ve dahası ile pek ilgileri yoktur. Çoğunlukla politize olduklarını söylemek mümkün değildir. Partileri ve siyasi görüşleri kabataslak bilir, sorumlu bir vatandaş olarak zamanı geldiğinde oylarını verirler ve siyasete katılımları gerçekleşmiş olur. Kıta Avrupası ve Britanya’yı incelediğinizde, gelenek olarak, siyasetle; siyasetçiler, akademisyenler yahut özel ilgi alanı siyaset olan kimseler hariç ilgilenilmez, herkes işine bakar. Sanata ilgisi olan sanata, oyuna ilgisi olan oyuna, spora ilgisi olan spora, akademik çalışma isteyen okuluna, teknoloji ile ilgilenen teknolojiye yoğunlaşır.  Ayrıca isteyenler, kültür sanat faaliyetlerine katılır, yurt dışına seyahat eder ve eğlenebilir. Bunların hiçbiri lüks değildir.

Tuhaftır ki biz yüzünü Avrupa’ya dönmüş bir ülkenin fertleri olarak siyasetin doğrudan göbeğine doğmuşuz. Maalesef ki bugün genç kardeşlerimiz ve akranlarımız, parti adlarını geçtim, kurucularına, genel başkanlarından yaşadıkları şehirlerdeki milletvekili adaylarına, bakanlardan hatta oylarını versin vermesinler parti il başkanlarına, ilçe başkanlarına kadar isim isim biliyorlar. Hatta çeşitli seçim senaryo ve stratejileri üzerine tartışıyor, ekonomi üzerine kafa patlatıyorlar.

Cidden, kim bu fakir halk?

Pandemi öncesinde başlayan ve şimdilerde üzerinde daha da ciddi tartışılan ve propaganda yapılan konuların pek çoğu doğrudan ya da dolaylı olarak ekonomiye dayanıyor. Fakir bir halktan bahsediliyor. Kim bunlar pek bilmiyorum ama o fakir halk o kadar kötü durumda ki! Üzülüyorum haline o fakir halkın. Her geçen gün fakirleşiyor bu halk. Ancak bu fakirleşen halk öyle bir anlatılıyor ki, çok uzaklarda bir yerlerde, bizim dışımızda gibi. Söylemlerin üzerine düşününce anlıyorum, meğer benmişim, senmişsin o! Şimdi anladım neden ne kadar uğraşırsam uğraşayım küçük bir dört işlem hesabı yapınca ev ya da araba alamayacağımı! Ben de “Acaba ben mi abartıyorum?” diye düşünüyordum. Hülasa, fakirleşen halk söylemi nedeniyle yoksulluk gerçeği ile siyasetçiler üzerinden özdeşim kuramıyor, acı gerçeği ancak yaşadığımda anlayabiliyorum.

Bu fakirleşen halkın durumunun düzelmesinin tek yolu ise üretimden geçiyormuş. Üretim; işsizliği bitirecek, insanlar para kazanacak ve istihdam artacakmış! Peki nasıl? Ayakları yere sağlam basan argümanlar bir elin parmaklarını geçmiyor. Bana sorarsanız ilk olarak unutarak başlıyor çözüm, siyasetçilerin adını, içinde bulundukları durumları unutarak. İlgileri yoksa siyaset ile muhatap olmayı unutarak. Üzgünüm ki bugün gençler, konserlere festivallere gitmeleri gerekirken mitinglerdeler. Yüksek teknoloji üretebilmek için yazılım alanında gelişime ihtiyacımız var ancak gençlerimiz kolay kolay öğrenebilecekleri hatta oyun oynayabilecekleri bir kişisel bilgisayara sahip değiller. Global ölçekte büyük bilişim şirketlerinin pek çoğu bilgisayarı olan birkaç gencin bir araya gelmesiyle kuruldu ki bu kültür dünya genelinde bilişim alanında yaygındır. Bizim gencimiz çok ama bilgisayar konusu problemli. Kadim uygarlıkların ev sahibi olmuş coğrafyalardan biri Anadolu, üstünde bizler bihaberiz. Dünyanın en büyük arkeoloji müzelerinden biri olan British Museum gezmesi tamamen ücretsizken; bizim için müze denilen şey gereksiz bir lüks. Gençler kitap okumuyor diye şikayet ediyor bir kısmımız. Kitaplar gerçekten pahalı. Kanı fıkır fıkır kaynayan bir genç kardeşim, gezmek tozmak ister. Hem gezip hem kitap okumaya para ayırabilmek kolay, ekonomik ve mümkün değil. Okuduğunu anlamak ise kafa dinginliği ister. Ancak kardeşim zaten kendisini asgari ücrete muhtaç edecek havalı mesleğine erişmek için pek çok angaryayla boğuşmak zorundadır. Black Sabbath, İngiltere’de fabrika işçisi gençlerin bir garajda herkesin kendi enstrümanını getirerek kurduğu dünyaca ünlü bir heavy metal grubudur. Ancak bize döndüğümüzde enstrüman satın alabilmek pek çok gencimiz için yalnızca bir hayal olabilir.  Tıpkı bilişim şirketleri gibi, Avrupa’da gençler bir araya gelerek hobilerinden, keşfettikleri yeteneklerinden kendilerine artı değerler üretebilmişlerdir. 

Yani üretmek sadece fabrika ya da işletme açarak birilerini zengin etmek değil, fırsat vermektir. En başta da övündüğümüz genç nüfusun kendini tanımasına fırsat vermek ve gençleri tanımak. Ancak o zaman üreten bir ülke olursunuz. Genç nüfusla övündüğünüz kadar, genç nüfus da onlara sağladığınız olanaklarla övündüğünde ancak bir şeyler değişebilir.

 Son olarak, ülkemizin Avrupa Birliği üyeliği bir süredir rafa kalkmış durumda ancak gençlerimizin bireysel olarak Avrupa Birliği’ne girme çabaları var. Benim ise 15 Mayıs için tek bir dileğim var: politika konuşulmayan, herkesin işine baktığı, tok ve umutlu olduğu bir iklimin egemen olmaya başlaması.

Onur Egemen

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)

John Locke ve Türkiye’de Anayasa Tartışmaları - 1

12.11.2022 10:56

Yazımızın başrolü John Locke… Bu ismi daha önce duyduysanız muhtemelen arkasından hemen aklınıza meşhur Tabula Rasa önermesi gelecektir. Genel olarak da lise ve üniversitede John Locke bilgi felsefesini ele alış biçimiyle tanıtılır. Locke’a göre insan zihni boş bir levhadır ve insanlar sonradan edi

Biri(leri) Bizi Gözetliyor

16.11.2022 11:02

1816 yılında Londra’nın Westminister bölgesinde Millbank adında bir cezaevi açıldı. Bu cezaevi aslında 1799 yılında ünlü düşünür Bentham’ın ortaya attığı ve adına Panoptikon dediği bir tasarımın hayata geçmiş haliydi. Genellikle Panoptikon tasarımı teorik bir cezaevi olarak bilinse de aslında 1816

Hegel gerçekten de ‘SALAK’ mı?

22.11.2022 11:43

Hegel’i duyduysanız “Diyalektik” kavramına da aşinasınızdır sanıyorum. Kabaca ve kısaca ifade etmek gerekirse Hegel, 'Bir tez ve onun antitezi yeni bir sentez oluşturur' der. Akabinde de Hegel’in bu diyalektik yaklaşımından etkilenen Sol Hegelciler ile tanışan Karl Marx da bu diyalektik üzerine çal

'Safsata'nın Felsefesi

29.11.2022 10:14

Safsata… Bu sözcüğü çok sık duyuyorum. Biri bir şey söylüyor ve karşı taraftan “Safsata bu!” diye cevap geliyor. Ya da “Bu safsatalara ayıracak vaktim yok!” gibi cümleler… Sanıyorum çoğu durumda safsatayı, saçmalık/saçma gibi bir anlamda kullanıyoruz. Saçma da bir safsata yöntemi (Bknz. Red

Deprem, sandık, demokrasi...

07.04.2023 13:51

6 Şubat 2023’te Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Merkez üssü Kahramanmaraş olan bu felaketin acısını hepimiz -inanıyorum ki- derinden hissettik. Akabinde gelişen süreçte pek çok tartışma ve skandal da patlak verdi. Hemen her deprem sonrası olduğu gibi yine jeol

Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
logo
BursaMuhalif.com En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.