6 Şubat 2023’te Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Merkez üssü Kahramanmaraş olan bu felaketin acısını hepimiz -inanıyorum ki- derinden hissettik. Akabinde gelişen süreçte pek çok tartışma ve skandal da patlak verdi. Hemen her deprem sonrası olduğu gibi yine jeologlar televizyona çıktı, durumu analiz edip bizlere anlattılar. Hatta bu jeologların daha önceki açıklamalarında bu konuda bizi ikaz ettiklerine şahit olduk. “Adam haklı ya hiç ders almıyoruz” diyerek dinledik. Sanki daha önce hiç dinlememişiz, hiç yaşamamışız ve hiç yaşamayacakmışız gibi de unuttuk.
Bugün “yüzyılın felaketi”nin üzerinden tam iki ay geçti ancak artık gündemimiz daha farklı maalesef ki! Malumunuz üzere seçim sürecine girdik ve artık varsa yoksa seçim, seçim sonrası senaryolar ve sürecin doğurduğu gündemler! Yanlış anlaşılmasın, “Ne çabuk unuttuk, bize ne oldu böyle?” duygusallığı ile bir şeyler yazmıyorum. Aksine dünü, bugünü ve yarını kapsayacak küçük bir felsefi tartışmayı sizinle buluşturmaya çalışıyorum.
Celal Şengör, malumunuz, aranan jeolog olarak bir programda “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor.” demişti. Twitter’da ve gündelik sohbetlerde insanlar bu sözü alıntılamaya ve hak vermeye başladılar. Kısmen katılmakla beraber buradan daha farklı bir tartışma çıkarmaya niyetliyim açıkçası.
Celal Hoca’nın bu cümlesi, aslında tarihte ilk kez Jean-Jacques Rousseau tarafından ortaya atılmış ve daha sonrasında 20. Yüzyılda Karl Popper (Yine Celal Hoca, yine Popper!) tarafından tekrar gündeme getirilmiş bir paradoksal önermenin sadeleşmiş halidir. Rousseau’nun ortaya attığı bu paradoksun adımları sırasıyla şöyledir:
1) Demokratik tercihlerin meşru olduğuna inanan kişi, çoğunluk tarafından seçilen politikaların uygulanması gerektiğini kabul etmek durumundadır.
2) Birbirinin zıddı iki farklı politika olduğunu varsayalım, bunlara A ve B politikaları diyelim.
3) Örnek kişi, A politikasının uygulanmasını, B politikasının ise kesinlikle uygulanmamasını istiyor olsun ve oyunu (ya da herhangi bir meşru ifade hakkını) A politikasından yana kullansın.
4) Ancak çoğunluk B politikası lehine oy kullanıyor olsun.
Sonuç olarak örnek kişi, 1. ve 4. öncüllere göre B politikasının uygulanmasını meşru görmekte, 2. ve 3. öncüle göre ise B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanmaktadır. Haliyle bu da net bir çelişkidir. Çünkü; örnek kişimiz, demokrasi ve değerlerine olan inancından ötürü istemediği bir politikanın meşruluğunu onaylamak durumundadır. Dolayısıyla da demokrasi, sırf demokrasi değerlerine inandığı için kişileri çelişik politikaları desteklemeye itmektedir. (Cevizci,2010, Paradigma,s.413)
Gerçek hayattan örnekleri oldukça fazla olan, yalnızca siyasetin değil, sosyolojinin de konusu olabilecek bir durumdur aslında bu. Uzman doktorlar, sağlıklı ve dengeli beslenmekten bahsederken; kitleler fast food dükkanlarına akın etmektedirler. Çünkü hülasa, kitleler, sağ duyulu, rasyonel ve ferasetli davranmakta maalesef ki zorlanmaktadır.
Celal Hoca da, her ne kadar bilimsel gerçekleri anlatırsa anlatsın, kitle istemeden herhangi bir bilimsel norma uygun pratiği hayata geçirmenin olası olmadığının farkında olarak bu paradoksu güzelce özetlemişti.
Anlattıklarımı teorik şeyler olarak görüyor olabileceğinizi tahmin ediyorum. Ancak her ne kadar teorik olsa da pratikten tamamen bağımsız konular değil. Yaklaşık 40 gün sonra seçime gideceğiz ve bizi TBMM’de kimlerin temsil edeceğine, Cumhurbaşkanı’nın kim olacağına karar vereceğiz. Sandıktan çıkan sonuç ise hepimizi etkileyecek. Dahası, bundan sonra hangi politikaların uygulanacağına da seçtiğimiz kişiler yön verecek. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. İşte tam da burada Popper’ın neden Rousseau’dan yaklaşık iki yüz yıl sonra aynı tartışmayı tekrar açtığını irdelememiz gerekiyor.
Popper, bağımsız kurumların radikal yahut ılımlı fark etmeksizin yıkılabileceğini, dolayısıyla da çoğunluğun yıktığı kurumların ve kurumsallığın sonuçlarını kabul eden bir demokratın bu yıkımı kabul etmesi gerektiğine ve bu yıkımların meşruluğunun bir paradoks olduğuna vurgu yapıyor. Dolayısıyla “Toplum İradesi”nin (aslında toplum iradesi yerine daha popüler bir kavram var ancak onu bulmayı da size bırakıyorum) tek başına demokrasi anlamına gelmeyeceğini savunur. Bu bağlamda Poppercı demokrasi yaklaşımında en önemli unsurlardan biri de bağımsız yahut özerk ve denetlenebilir kurumlardır. (Elbette bir miktar oto sansür uygulamadan Popper anlatabilmem pek mümkün değil, eğer buna uygun bir iklim olursa, daha derinlemesine Popper hakkında konuşmayı ben de arzu ederim.) Popper’ın demokrasi ve özgür kurumlarına bir örnek vermek gerekirse, hayali bir köyde bir suç işlendiğini varsayalım. Suçun faili olan kişinin cezalandırılıp cezalandırılmayacağına yahut cezasının ne olacağına “Sandık İradesi” ile değil, bağımsız yargı mekanizmasıyla karar verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Elbette bu örneği genişletebilir, “Kamu vicdanı ne olacak?” diye sorabilirsiniz, bu farklı bir tartışma: Kamu vicdanı doğrudan ya da dolaylı temsil edilebilir. Kamu vicdanı önemli olsa da demokrasinin en önemli bileşenlerinden biri kesinlikle bağımsız yargıdır.
Muhalif ya da muhalif olduğunu iddia eden kesimin bir kısmının genel şikayetinin alternatifsizlik olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Politikayı, teorik ve pratik açıdan, okuma ve uygulama konusunda, iktidar kanadının, muhalif kanada göre daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz, çünkü son yirmi yılı ele aldığımızda, teoriye oturmayan bir iktidar politikası görmek neredeyse mümkün değil. Dolayısıyla, muhalefet kanadının rasyonellikten uzak ve romantik davrandığını düşünüyorum. Çünkü “kararsız seçmen” iktidar kanadının politikayı iyi okumuş olması ve muhalefetin kendini anlatacak yeterlilikten yoksun olmasının ürünüdür. İnsan aklı, kural olarak tutarlı olmayı ister: Demokrasi pek çok kuramcıya göre bir paradoks olsa da seçmenin aklındaki çelişkileri çözmek siyasetçilerin sorumluluğundadır. Bu ise ancak doğru kadrolar ve yeterli çalışma ile mümkün olabilir. Muhalefet, mutlaka seçmenini çelişkilere düşmekten kurtarmak zorundadır. Yoksa zahiri olarak çelişkileri çözdüğünü iddia eden diğer siyasetçilere eğilim gösterebilirler. Bu çelişik durumun çözümü, herhangi bir siyasetçinin çekilmesinde değil; aksine kendisine oy verme potansiyeli olan ancak çelişkileri yönetemeyen seçmeni ikna etmekte, ona olabildiğince en az seviyede çelişki bırakmakta yatar.
Celal Hoca, “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor.” deme hakkına sahip olacak denli bir entelektüeldir. Çünkü, söz konusu deprem olduğunda Celal Hoca, en önemli otoritelerden biridir. Peki, toplumun bir kesimine, “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor” diyebilecek yetkinliği muhalif seçmen nereden alıyor? Kimse kusura bakmasın ancak bu atılan taş, sloganik argümanlar ötesine geçemeyen ve sırf bazı değerleri savunan ancak tek sayfa dahi okumayan muhalif kişilere de geliyor. Üzgünüm ki bu kutuplaşmanın bir diğer tarafı da bu muhalif kesimdir. İtiraz etmeden önce yeterli ve gerekli özeleştiriyi yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü, savunulan temel değerlerin (laiklik, liyakat ve benzeri) yeterince bilinmediğini, bilinse de anlatılamadığını ben değil, süreç söylüyor.
Onur Egemen
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
John Locke ve Türkiye’de Anayasa Tartışmaları - 1
12.11.2022 10:56
Yazımızın başrolü John Locke… Bu ismi daha önce duyduysanız muhtemelen arkasından hemen aklınıza meşhur Tabula Rasa önermesi gelecektir. Genel olarak da lise ve üniversitede John Locke bilgi felsefesini ele alış biçimiyle tanıtılır. Locke’a göre insan zihni boş bir levhadır ve insanlar sonradan edi
1816 yılında Londra’nın Westminister bölgesinde Millbank adında bir cezaevi açıldı. Bu cezaevi aslında 1799 yılında ünlü düşünür Bentham’ın ortaya attığı ve adına Panoptikon dediği bir tasarımın hayata geçmiş haliydi. Genellikle Panoptikon tasarımı teorik bir cezaevi olarak bilinse de aslında 1816
Hegel’i duyduysanız “Diyalektik” kavramına da aşinasınızdır sanıyorum. Kabaca ve kısaca ifade etmek gerekirse Hegel, 'Bir tez ve onun antitezi yeni bir sentez oluşturur' der. Akabinde de Hegel’in bu diyalektik yaklaşımından etkilenen Sol Hegelciler ile tanışan Karl Marx da bu diyalektik üzerine çal
Safsata…
Bu sözcüğü çok sık duyuyorum. Biri bir şey söylüyor ve karşı taraftan “Safsata bu!” diye cevap geliyor. Ya da “Bu safsatalara ayıracak vaktim yok!” gibi cümleler…
Sanıyorum çoğu durumda safsatayı, saçmalık/saçma gibi bir anlamda kullanıyoruz. Saçma da bir safsata yöntemi (Bknz. Red
6 Şubat 2023’te Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Merkez üssü Kahramanmaraş olan bu felaketin acısını hepimiz -inanıyorum ki- derinden hissettik. Akabinde gelişen süreçte pek çok tartışma ve skandal da patlak verdi. Hemen her deprem sonrası olduğu gibi yine jeol
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
BursaMuhalif.com
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Onur Egemen
Deprem, sandık, demokrasi...
6 Şubat 2023’te Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Merkez üssü Kahramanmaraş olan bu felaketin acısını hepimiz -inanıyorum ki- derinden hissettik. Akabinde gelişen süreçte pek çok tartışma ve skandal da patlak verdi. Hemen her deprem sonrası olduğu gibi yine jeologlar televizyona çıktı, durumu analiz edip bizlere anlattılar. Hatta bu jeologların daha önceki açıklamalarında bu konuda bizi ikaz ettiklerine şahit olduk. “Adam haklı ya hiç ders almıyoruz” diyerek dinledik. Sanki daha önce hiç dinlememişiz, hiç yaşamamışız ve hiç yaşamayacakmışız gibi de unuttuk.
Bugün “yüzyılın felaketi”nin üzerinden tam iki ay geçti ancak artık gündemimiz daha farklı maalesef ki! Malumunuz üzere seçim sürecine girdik ve artık varsa yoksa seçim, seçim sonrası senaryolar ve sürecin doğurduğu gündemler! Yanlış anlaşılmasın, “Ne çabuk unuttuk, bize ne oldu böyle?” duygusallığı ile bir şeyler yazmıyorum. Aksine dünü, bugünü ve yarını kapsayacak küçük bir felsefi tartışmayı sizinle buluşturmaya çalışıyorum.
Celal Şengör, malumunuz, aranan jeolog olarak bir programda “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor.” demişti. Twitter’da ve gündelik sohbetlerde insanlar bu sözü alıntılamaya ve hak vermeye başladılar. Kısmen katılmakla beraber buradan daha farklı bir tartışma çıkarmaya niyetliyim açıkçası.
Celal Hoca’nın bu cümlesi, aslında tarihte ilk kez Jean-Jacques Rousseau tarafından ortaya atılmış ve daha sonrasında 20. Yüzyılda Karl Popper (Yine Celal Hoca, yine Popper!) tarafından tekrar gündeme getirilmiş bir paradoksal önermenin sadeleşmiş halidir. Rousseau’nun ortaya attığı bu paradoksun adımları sırasıyla şöyledir:
Sonuç olarak örnek kişi, 1. ve 4. öncüllere göre B politikasının uygulanmasını meşru görmekte, 2. ve 3. öncüle göre ise B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanmaktadır. Haliyle bu da net bir çelişkidir. Çünkü; örnek kişimiz, demokrasi ve değerlerine olan inancından ötürü istemediği bir politikanın meşruluğunu onaylamak durumundadır. Dolayısıyla da demokrasi, sırf demokrasi değerlerine inandığı için kişileri çelişik politikaları desteklemeye itmektedir. (Cevizci,2010, Paradigma,s.413)
Gerçek hayattan örnekleri oldukça fazla olan, yalnızca siyasetin değil, sosyolojinin de konusu olabilecek bir durumdur aslında bu. Uzman doktorlar, sağlıklı ve dengeli beslenmekten bahsederken; kitleler fast food dükkanlarına akın etmektedirler. Çünkü hülasa, kitleler, sağ duyulu, rasyonel ve ferasetli davranmakta maalesef ki zorlanmaktadır.
Celal Hoca da, her ne kadar bilimsel gerçekleri anlatırsa anlatsın, kitle istemeden herhangi bir bilimsel norma uygun pratiği hayata geçirmenin olası olmadığının farkında olarak bu paradoksu güzelce özetlemişti.
Anlattıklarımı teorik şeyler olarak görüyor olabileceğinizi tahmin ediyorum. Ancak her ne kadar teorik olsa da pratikten tamamen bağımsız konular değil. Yaklaşık 40 gün sonra seçime gideceğiz ve bizi TBMM’de kimlerin temsil edeceğine, Cumhurbaşkanı’nın kim olacağına karar vereceğiz. Sandıktan çıkan sonuç ise hepimizi etkileyecek. Dahası, bundan sonra hangi politikaların uygulanacağına da seçtiğimiz kişiler yön verecek. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. İşte tam da burada Popper’ın neden Rousseau’dan yaklaşık iki yüz yıl sonra aynı tartışmayı tekrar açtığını irdelememiz gerekiyor.
Popper, bağımsız kurumların radikal yahut ılımlı fark etmeksizin yıkılabileceğini, dolayısıyla da çoğunluğun yıktığı kurumların ve kurumsallığın sonuçlarını kabul eden bir demokratın bu yıkımı kabul etmesi gerektiğine ve bu yıkımların meşruluğunun bir paradoks olduğuna vurgu yapıyor. Dolayısıyla “Toplum İradesi”nin (aslında toplum iradesi yerine daha popüler bir kavram var ancak onu bulmayı da size bırakıyorum) tek başına demokrasi anlamına gelmeyeceğini savunur. Bu bağlamda Poppercı demokrasi yaklaşımında en önemli unsurlardan biri de bağımsız yahut özerk ve denetlenebilir kurumlardır. (Elbette bir miktar oto sansür uygulamadan Popper anlatabilmem pek mümkün değil, eğer buna uygun bir iklim olursa, daha derinlemesine Popper hakkında konuşmayı ben de arzu ederim.) Popper’ın demokrasi ve özgür kurumlarına bir örnek vermek gerekirse, hayali bir köyde bir suç işlendiğini varsayalım. Suçun faili olan kişinin cezalandırılıp cezalandırılmayacağına yahut cezasının ne olacağına “Sandık İradesi” ile değil, bağımsız yargı mekanizmasıyla karar verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Elbette bu örneği genişletebilir, “Kamu vicdanı ne olacak?” diye sorabilirsiniz, bu farklı bir tartışma: Kamu vicdanı doğrudan ya da dolaylı temsil edilebilir. Kamu vicdanı önemli olsa da demokrasinin en önemli bileşenlerinden biri kesinlikle bağımsız yargıdır.
Muhalif ya da muhalif olduğunu iddia eden kesimin bir kısmının genel şikayetinin alternatifsizlik olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Politikayı, teorik ve pratik açıdan, okuma ve uygulama konusunda, iktidar kanadının, muhalif kanada göre daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz, çünkü son yirmi yılı ele aldığımızda, teoriye oturmayan bir iktidar politikası görmek neredeyse mümkün değil. Dolayısıyla, muhalefet kanadının rasyonellikten uzak ve romantik davrandığını düşünüyorum. Çünkü “kararsız seçmen” iktidar kanadının politikayı iyi okumuş olması ve muhalefetin kendini anlatacak yeterlilikten yoksun olmasının ürünüdür. İnsan aklı, kural olarak tutarlı olmayı ister: Demokrasi pek çok kuramcıya göre bir paradoks olsa da seçmenin aklındaki çelişkileri çözmek siyasetçilerin sorumluluğundadır. Bu ise ancak doğru kadrolar ve yeterli çalışma ile mümkün olabilir. Muhalefet, mutlaka seçmenini çelişkilere düşmekten kurtarmak zorundadır. Yoksa zahiri olarak çelişkileri çözdüğünü iddia eden diğer siyasetçilere eğilim gösterebilirler. Bu çelişik durumun çözümü, herhangi bir siyasetçinin çekilmesinde değil; aksine kendisine oy verme potansiyeli olan ancak çelişkileri yönetemeyen seçmeni ikna etmekte, ona olabildiğince en az seviyede çelişki bırakmakta yatar.
Celal Hoca, “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor.” deme hakkına sahip olacak denli bir entelektüeldir. Çünkü, söz konusu deprem olduğunda Celal Hoca, en önemli otoritelerden biridir. Peki, toplumun bir kesimine, “Çünkü senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor” diyebilecek yetkinliği muhalif seçmen nereden alıyor? Kimse kusura bakmasın ancak bu atılan taş, sloganik argümanlar ötesine geçemeyen ve sırf bazı değerleri savunan ancak tek sayfa dahi okumayan muhalif kişilere de geliyor. Üzgünüm ki bu kutuplaşmanın bir diğer tarafı da bu muhalif kesimdir. İtiraz etmeden önce yeterli ve gerekli özeleştiriyi yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü, savunulan temel değerlerin (laiklik, liyakat ve benzeri) yeterince bilinmediğini, bilinse de anlatılamadığını ben değil, süreç söylüyor.
Onur Egemen
John Locke ve Türkiye’de Anayasa Tartışmaları - 1
12.11.2022 10:56Yazımızın başrolü John Locke… Bu ismi daha önce duyduysanız muhtemelen arkasından hemen aklınıza meşhur Tabula Rasa önermesi gelecektir. Genel olarak da lise ve üniversitede John Locke bilgi felsefesini ele alış biçimiyle tanıtılır. Locke’a göre insan zihni boş bir levhadır ve insanlar sonradan edi
Biri(leri) Bizi Gözetliyor
16.11.2022 11:021816 yılında Londra’nın Westminister bölgesinde Millbank adında bir cezaevi açıldı. Bu cezaevi aslında 1799 yılında ünlü düşünür Bentham’ın ortaya attığı ve adına Panoptikon dediği bir tasarımın hayata geçmiş haliydi. Genellikle Panoptikon tasarımı teorik bir cezaevi olarak bilinse de aslında 1816
Hegel gerçekten de ‘SALAK’ mı?
22.11.2022 11:43Hegel’i duyduysanız “Diyalektik” kavramına da aşinasınızdır sanıyorum. Kabaca ve kısaca ifade etmek gerekirse Hegel, 'Bir tez ve onun antitezi yeni bir sentez oluşturur' der. Akabinde de Hegel’in bu diyalektik yaklaşımından etkilenen Sol Hegelciler ile tanışan Karl Marx da bu diyalektik üzerine çal
'Safsata'nın Felsefesi
29.11.2022 10:14Safsata… Bu sözcüğü çok sık duyuyorum. Biri bir şey söylüyor ve karşı taraftan “Safsata bu!” diye cevap geliyor. Ya da “Bu safsatalara ayıracak vaktim yok!” gibi cümleler… Sanıyorum çoğu durumda safsatayı, saçmalık/saçma gibi bir anlamda kullanıyoruz. Saçma da bir safsata yöntemi (Bknz. Red
Deprem, sandık, demokrasi...
07.04.2023 13:516 Şubat 2023’te Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Merkez üssü Kahramanmaraş olan bu felaketin acısını hepimiz -inanıyorum ki- derinden hissettik. Akabinde gelişen süreçte pek çok tartışma ve skandal da patlak verdi. Hemen her deprem sonrası olduğu gibi yine jeol