Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA

Zübük demokrasi - Mesut Akça

Yazının Giriş Tarihi: 23.03.2025 18:47
Yazının Güncellenme Tarihi: 24.03.2025 23:37

Yaşlı reisin; biri siyah biri beyaz iki köpeği vardı ve sürekli kavga halindeydiler. Torunu yanına yaklaştı. “Niye kavga ediyorlar?” diye sordu. Dedesi : “Onlar benim için iki simgedir evlat. Birisi iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi. İç dünyamızda şu gördüğün köpekler gibi iyilik ve kötülük sürekli kavga edip durur.” Çocuk bu defa: “Peki hangisi kazanır?” Dedesi gülümseyerek baktı torununa: “Hangisi mi evlat, ben hangisini daha iyi beslersem o kazanacak.

Bu hikâye yaşamın ve insan ruhunun derin bir yansıması gibi. Zihnimizde barındırdığımız düşünceler ve kalbimizde taşıdığımız duygular çoğu zaman karşı karşıya gelir; tıpkı siyah ve beyaz köpeğin bitmek bilmeyen kavgası gibi. İçimizde var olan özellikler bazen bastırılır, bazen de sahneye çıkar. Yerine göre fazlasıyla demokrat olabiliriz, ama başka bir koşulda dikta yanımız ağır basabilir. Bu içsel düalizm, bazen bireysel özgürlüklere saygılı bir taraf ortaya çıkarırken, diğer zamanlarda sert ve otoriter bir yanımızı öne çıkarabilir.

Öfkemizle neşemizin savaşı da bu durumdan farklı değildir; tıpkı merhametle acımasızlık arasında gidip geldiğimiz anlarda olduğu gibi. Kurban Bayramlarında bile bir yanda paylaşımcı ve cömert hallerimiz öne çıkarken, diğer yanda kurban edilen hayvanların kanına aldırmadan devam edebilen bakışlarımız bizi çelişkilerimizle yüzleştirir. Barışçıl adımlar attığımız bir anda bazen savaş tamtamlarını da aynı ellerimizle çalarız. İnsanın iç dünyası, hangi duyguyu ya da düşünceyi nasıl beslediğimize bağlı olarak şekil alır. İçimizdeki insan ya bir meleğe ya da bir şeytana dönüşebilir; seçim her zaman bizim elimizdedir aslında. Biraz samimiyet eklediğimizde harcımıza her şey çok daha sağlam olacaktır.

Kuru kuruya demokrat olamayacağımızı bilmemiz gerekir. Onun da beslenmeye, doyurulmaya, korunup kollanmaya ihtiyacı vardır. İçimizdeki demokratın hayatta kalması, hem bireysel hem toplumsal açıdan büyük önem taşıyor. Ancak bu demokratın işi pek kolay değil; güçlü egolarımız, bitmek bilmeyen hırslarımız ve kişisel çıkarlarımızla sürekli bir mücadele içinde. Dahası, içimizde saklı duran ve fırsat kollayan bir "diktatör" de var, kim bilir kaç kez benliğimizi ele geçirmeye çalıştı. Bu içsel diktatörü alt etmek, dış dünyada demokrasiyi inşa etmek kadar zorlu bir süreç aslında. Eğer iç dünyamızda bu mücadeleyi kazanamıyorsak, dışarıda demokrasiyi tam anlamıyla gerçekleştirmek nasıl mümkün olabilir ki? Bu noktada içimize dönüp, kendi sınavımızı vermeden toplumsal değişim beklemek biraz ütopik olmaz mı?

Kendi kafasında inşa ettiği ütopyayla demokrasiyi kendine uydurmaya çalışan iktidarların iç işleyişine baktığımızda vahim bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu yapıların içinde, adeta bir ağalık ya da hanedanlık düzeni gibi hareket eden aktörler —ağalar, beyler, paşalar ve hatta diktatörler— büyük bir yer kaplıyor. Genelde gücü ve yetkiyi elinde tutan kişi, kendini en büyük demokrat olarak ilan ediyor. Tek başına değildir elbette, bunun bir de okey masasındaki yancıları vardır. Bunlar yer, içer, alkışlarlar. Asla hesap ödemeyen/vermeyen bu tipler yerini kaybetmeme adına olan bitene, oynanan oyunlara hiç mi hiç karışmazlar. Hak-hukuk-adalet yoktur bunlarda. Görmezden gelme konusunda üstlerine yoktur. Kimin kazandığı, iktidarı ele geçirdiğinin de önemi yoktur. Hep yancı/yandaştırlar. Bir süre sonra -etliye sütlüye karışmayan- bu tiplerin halkı temsil ettiği düşünülmeye başlar. Bu süreçte alınan kararlar “çoğunluğun takdiri” olarak değerlendirilip kademeli bir şekilde normalleşip ardından meşrulaştırılıyor.

Çoğunluğun onayı ve desteği, sistemde belirleyici bir güç olarak kabul edilirken, bu anlayış genellikle hak, hukuk ve eşitlik algısını geri plana itiyor. Neticede bu yaklaşım, niteliğin yerini niceliğe bıraktığı bir düzen yaratıyor ve güç odaklarının elini daha da sağlamlaştırıyor. Bu bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, iktidarı elinde bulunduran kesimin çoğunlukla kendi çıkarlarına hizmet eden grupları desteklediğini gözlemliyoruz. Bu destek onları sistem içerisinde daha avantajlı konumlara taşıyor. Söylem itibariyle “iyi,” “güzel” ve “doğru” olmak iddiası ön plana çıksa da arka planda işler pek de öyle yürümüyor. Egemen güçlerin gizli ama etkili biçimde sahneye koyduğu ego merkezli tutumları süslü söylemlerle kapatılıp topluma yediriliyor.

Bu süreçte, iktidarlar ya da sermaye odaklarının gerçek anlamda demokratik düzene istekli olup olmadıklarını –varsa- içimizdeki samimi yargıca sormalıyız. Demokrasi gerçekten kimlerin işine gelir ya da gelmez? Çünkü demokratik sistemlerin temelinde adalet, eşitlik ve özgür seçimler bulunur. Bu hakların tüm bireyler için tanınması gerekir ve maalesef bunun için de bir mücadele şarttır. Yoksa imkânı hangi gadasını aldığımız iktidar güle oynaya verir veya vermiştir. Gerçek demokrasinin koruyucusu o devletin bağımsız, özgür hukuk sistemi hukukçularıdır. Çürüme buraya kadar ulaşmışsa o ülkeden kaba tabirle “bir cacık olmaz.”

Hayaller ülkesi Türkiye’de de demokrasiye dair yaşananlar "dışı seni, içi beni yakar" şeklinde özetlenebilecek karmaşık bir düzen hâkimdir. Sözlükte geçen demokrasi tanımının neresindeyiz? Komik olsa da bu kavramın vücut bulduğu yerlerin başında seçimler gelir. Seçim varsa demokrasi vardır havası eser/estirilir. Ve ülkemizde seçim süreçlerini başından sonuna kadar izlediğimizde demokrasinin “D” siyle başlar en fazla yanına “E”yi koyabileceğimiz bir komediyle karşılaşabiliyoruz. “MOKRASİ” almış başını gitmiş zaten. Aday belirleme süreçlerinden seçim propagandalarına, sandıkların kapanmasından ekranlara yansıyan görüntülere kadar birçok detay bu komediyi gözler önüne seriyor. Ancak bunlarla da sınırlı değil. Demokrasinin teminatı olması beklenen hukuk sisteminde yaşanan aksaklıklar adeta güven bunalımını derinleştiriyor. Toplumsal güven endeksi düşerken, özellikle topluma mal olmuş ve siyasi figür olarak kabul edilen kişilerin hukuka aykırı biçimde yargılanarak susturulması, demokratik olmayan yöntemlerle normalleştiriliyor.

Algı yönetimini ustalıkla kullanan iktidarlar, medya aracılığıyla bilinçsiz ve duyarsız kitleleri kolaylıkla etkileyebilir hale geliyor. Gerçek bir demokrasinin ölçütü ise, devletin tüm kurum ve birimlerinde demokratik ilkelerin etkin ve işlevsel olarak uygulanmasıdır. Ancak yarı-demokrasi veya sahte demokrasi gibi kavramların yaygın olduğu yerlerde bu standartları görmek mümkün olmuyor. Daha çok üç maymun oynanır: Hiçbir gerçek görülmez, duyulmaz ve konuşulmaz.

Günümüzün yeni nesil iktidarları da iletişim teknolojilerinin sunduğu benzersiz olanakları ustalıkla kullanmayı öğrendi. Neredeyse yaşamımızın her alanına nüfuz eden anti-demokratik pratiklere imza atıyor ve bu süreç, üç maymun metaforunu dahi dönüşüme uğratmış durumda. Görmemek, duymamak ve konuşmamak eskiden bu metaforun temelini oluştururken, günümüzde bu anlayış adeta görüp duyup yine de sessiz kalmaya indirgenmiş bir hâl aldı. Artık her şey gözlerimizin önünde; hem de anında. Her türlü eylemi ve tepkisini çarpıcı bir açıklıkta işitiyoruz da; çünkü gerçekler fısıldanarak değil, yüksek sesle dile getiriliyor artık. Hem de bir tık uzağımızda.

Ne var ki, onca görülen ve duyulan şey arasında hâlâ susmakta ısrar ediyoruz. Bu suskunluğun gölgesinde, içimizde bir zamanlar cılız da olsa yankılanan demokrasi sesi, tıpkı içimizdeki demokrat kimliğimiz gibi gittikçe silikleşiyor, zayıflıyor ve sonunda belirsizliğin karanlığına karışıyor. Fakat bu garip sessizlik bir tür huzur yanılsaması yaratıyor. Medyadan ve iktidarın dilinden yayılan mesajlarla sanki ülke mutlu, düzenli ve sorunsuz bir bahçeye dönüşmüş gibi algılanıyor; oysa bu algı, gerçekle iç içe geçmiş bir hayalden ibaret.

Derinlere indiğimizde fark ediyoruz ki aslında yıllardır büyük emeklerle ayakta tuttuğumuz iyilik, doğruluk ve güzellik gibi değerler, günbegün zalimlik, bencillik, öfke ve korku karşısında geri çekiliyor. Üstelik bu geri çekilme, çoğu zaman sessiz ve derinden gerçekleşiyor; bu değerlerin yerini karanlık bir sıkışmışlık hissi alıyor. Her şey de olduğu gibi hepimizin ortak çabasıyla büyütülüp korunması gereken değerlerimiz çürümeyle birlikte gözümüz göre göre elimizden kayıp gidiyor.

Süpermen beklemekle zamanı geçiren bir muhalif yapı demokratik düzenin altın bir tepsi içinde sunulacağını düşünmekle hata yapar. Bir an önce içinde bulunduğumuz ve görmezden gelinen demokratik gerçekliğimizi kabul edip, yaşadığımız toprakları popülist yaklaşımların kurbanı etmeyecek bir bilinçle adımlar atmak gerekiyor. Birey olarak demokrasiye yakınlığımız ya da uzaklığımız elbette bilgi birikimi, yaşam deneyimi ve yaklaşımıyla doğrudan ilişkilidir. Bu bireysel tutum, sosyal ilişkilerden aile hayatına kadar her alanda olumlu veya olumsuz etkiler bırakabilir. Bu yüzden kendi demokratik tutumumuzu hafife aldığımızda hem kendimize ardından demokratik yaşam düzenine haksızlık yapmış oluruz. İçselleştirilmemiş her doğru kısır kalacaktır. Çoğalması mucizelere yani Süpermen’e kalır.

Devletler de bireyleri de istekliyse demokratlık ve demokrasiyle yüzleşmelilerdir. Bireysel tutumlarımız tek başına yeterli değildir elbette. Bu öğrenmeyle telafi edilebilse de, devlet mekanizmasının demokrasi tutumu geri dönüşü mümkün olmayan ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bireyi nasıl ki kurallar, yasalar bağlıyorsa aynı durumu devleti işler hale getiren bürokratik yapının da bir şekilde bağlanması gerekiyor. Bu sözde değil öz de olmalıdır. Belki de en büyük handikabımızla burada karşılaşıyoruz. Aziz Nesin’in “Zübük” adını verdiği, ,sözlük anlamı: “kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, sözünde durmayan, üçkağıtçı, egoist, düzenbaz, ahlaksız, kalleş, namussuz, palavracı ve dönek kişilerin adalet sistemini arkalarına alarak demokratik yapıya kene gibi yapışmış olması en büyük handikabımızdır.

Demokratik sistemin sağlıklı işlemesinde fren sistemi her zaman çalışır vaziyette olmalıdır. Nasıl ki araçlarda frenler olası tehlikeli durumlarda devreye girmesi hayati önem taşıyorsa demokrasinin de fren sistemi hukuktur. Terazisi şaşmayan bir hukuk sistemi demokrasiyi her şartta güvende tutar. Ancak arabanın sahibi olan halk kendine ancak bagajda yer bulur. Arka koltukta kimler yok ki… Halk şoför koltuğunu verdiği kişi veya kişileri kendi haline bırakıp aracı onlara “eti senin kemiği benim” edasıyla teslim edip yatışa geçtiğinde demokrasi acınacak hale düşer. Araç gittikçe hurdaya döner. Halk en azından gidiyor, tesellisiyle avutur kendini. Hayati önemdeki fren balataları zamanla incelir tutmamaya başlar. Kaza kaçınılmazdır artık. Ta ki değişene kadar.

Demokrasimizin hayatta kalmasının beraberinde Zübükler’den arınmasının şartı hukuktur, “bağımsız-özgür-cesur hukuk frenidir.” Orada Zübükvari (kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, sözünde durmayan, üçkağıtçı, egoist, düzenbaz, ahlaksız, kalleş, namussuz, palavracı ve dönek) yaklaşımlara asla müsaade edilmez. Bu bağlamda, hukuk devleti iddiası taşıyan bir yönetimin demokrasinin yanında adalet sistemine de sıkı sıkıya bağlı olması gerekiyor. Kâğıt üzerindeki yasaların varlığı tek başına bir devleti ne demokrasiyle yönetilen ne de gerçek anlamda bir hukuk devleti yapmaya yetmez. Hukukun üstünlüğü ve demokratik değerlerin samimi bir şekilde benimsenmesi hem bireysel yaşam hem de toplumsal düzen için hayati önem taşır. İşte bu yüzden, demokratik bir düzen süs malzemesi değil, toplumun tüm alanlarına nüfuz etmiş köklü bir yaklaşım olmalıdır. Yazıyı “ZÜBÜK” filminden Kemal Sunal’ın bir repliğiyle bitirmek yerinde olur. “Zübüklerden kurtulmanın birinci çaresi önce kendimize bakmak; kendi zübüklüğümüzden kurtulmaya çalışmaktır.”

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
logo
BursaMuhalif.com En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.