Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adeta görünmez bir örtü gibi bebeğin ruhunu sarar. Ana dilin derin geçmişinden kalan ninniler, beşiğin hafif gıcırtısıyla odada yankılanmaya başlar. Zaman geçer… Çocuk büyüdükçe, ana dilde duyduğu bu sözlerin anlamı, devletin dayattığı bilinmezliğin içinde yavaş yavaş silinir gider. Ve sonunda her şey bir anının sisli köşelerine hapsolur. Peki, kaybolan nedir? Sadece çocukluk anıları mı? O eski ninniler mi? Yoksa annenin hatırlara sinmiş kokusu mu?
Türkiye'de "ana dili" meselesi önemli bir sorun teşkil etmektedir. Ancak, bir sorunun dile getirilmemesi, göz ardı edilmesi ya da yok sayılması, o sorunu ortadan kaldırmaz. Özellikle ana dil konusunda, konuya dair doğrudan bilgi ve deneyime sahip olmayan pek çok kişinin rahatlıkla yorum yapıp hüküm vermesi, meselenin hem tespitini hem de çözümünü daha karmaşık bir hale getirmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığı ile yokluğu arasında sıkışmış olan bir dilin, asimilasyona maruz bırakılması, ticari bir meta gibi değerlendirilmesi ve azınlık statüsüne indirgenerek yalnızca arz-talep dengesi üzerinden ele alınması oldukça üzücü bir durumdur.
Konuyla ilgili duyarlı olan hemen herkesin zihnini meşgul eden onlarca soru var. Çoğu zaman sesli dile getirmekten korktuğumuz derin bir oflama eşliğinde iç geçirdiğimiz kolay sorular. Benim için soru yalnızca cevap arayışından ibaret değildir; aynı zamanda o konu etrafında başka neler düşünülebileceğine dair bir kapı aralamaktır. Bu soruların çoğunun muhatabı, aslında kendimim. Bir sorgulama sürecine girerek, en doğru ve en adil yaklaşımı bulmaya çaba gösteririm. Sorunun merkezine kendimi yerleştirir ve bu doğrultuda düşüncelerimi tartışırım. En sert eleştiriyi de yine kendime yöneltirim. Ancak başkası olmayı; yani farklı bir perspektiften bakmayı başardığım anda, sorular da anlam kazanmaya başlar.
Ülkemizde Kürtçeye dair bazı sahnelere tanıklık ettiğim de, içimde sessiz bir sorgulama yükseliyor: Kürtçenin geleceği ne olacak? Bu soru, sadece bir dilin kaderini değil, aynı zamanda onunla beraber şekillenen bir kültürün, bir halkın kimliğini ve tarihini de düşünmeye yönlendiriyor beni. Bilindiği gibi, diller tıpkı canlı organizmalar gibi bir döngü içindedir; doğar, gelişir, yaşar ve uygun koşulları sağlayamazsa zamanla yok olabilir. Ne yazık ki Kürtçe de bu döngünün zorlu bir aşamasında, âdeta hayatta kalma mücadelesi veriyor. Üstelik bu durum, milyonlarca Kürt'ün ana dili olarak yaşaması gereken bir coğrafyanın sınırları içinde gerçekleşiyor.
Ancak burada asıl çarpıcı olan böylesi bir tablo karşısında Kürtler, dillerinin kadim geçmişini ve taşıdığı kültürel mirası korumak adına ne kadar çaba gösteriyor? Yoksa bu yitip gitme tehlikesini fark edemeyerek ya da bu sürecin kaçınılmaz olduğunu düşünerek kayıtsız mı kalıyorlar? Bu serzeniş hem bireysel hem de toplumsal bir farkındalık yaratılması gerekliliğini çağrıştırıyor. Çünkü bir dil yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda halkların geçmişini bugüne taşıyan ve geleceğe aktaran çok değerli bir hazinedir.
Ana dilimizi öğrenmek, konuşmak, yazmak, bireysel bir tercih olmanın ötesinde bilimsel, toplumsal ve kültürel bir gerekliliktir. Dil, bir halkın kimliğinin en güçlü ifade biçimlerinden birini oluşturur. Bir milletin varlığını sürdürebilmesi için kültürle birlikte dilin de korunup yaşatılması şarttır. Ancak bu noktada sorumluluk kime aittir? Ana dili yaşatma görevi, o dili konuşan bireylerin ve halkın mı, yoksa devletin mi omuzlarındadır? Bildiğim şey ise tek taraflı olmayacağı kesin olan bu sorunun içinde kıvrandığımızdır.
Dil öğrenmenin önemi, yalnızca iletişim aracı olmasında değil, aynı zamanda toplumsal hafızayı, kültürel değerleri ve tarihsel birikimi nesiller boyunca aktarabilmesinde yatar. İçinde yaşayan gelenekleri ve yaşam biçimini de barındıran dil, bir halkın geçmişiyle bağlarını güçlendirirken geleceğe dönük hayatta kalma mücadelesine destek olur. Bu açıdan, ana dili öğrenmek yalnızca bireysel bir kazanım değil, toplumsal bir sorumluluktur. Konuşmak ve yazmak ise bu yaşam döngüsünün devam etmesi için kaçınılmazdır.
Hangi dilden söz edersek edelim, bir dilin yaşatılması yükümlülüğü bireylerin olduğu kadar toplumlardaki karar alıcı mercilerin, yani devletin de sorumluluğu altındadır. Kürtçe özelinde tartışacak olursak, bu dilin varlığını koruyabilmesi için sadece Kürt halkının çabaları yeterli midir? Yoksa devletlerin de dilleri ve kültürel zenginlikleri destekleyici politikalar geliştirmesi mi gerekir? Bu sorulara yanıt ararken meseleyi yalnızca bireysel veya toplumsal boyutta ele almak yerine, daha kapsamlı bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor.
Bu konuya kim nereden, nasıl bakıyor/bakmalı? Dil bilim açısından mı, etnik yapıdan mı, hak-hukuk-adalet yönüyle mi değerlendirmeliyiz? Yoksa her zamanki gibi korku ve kaygılarımızla üstünü örtüp arkamızı mı dönelim? Yine sorular yine sorular… Her kesim Konuya dair kendi penceresinde bir yol tutturmuş olsa da Kürtler hala elle tutulur bir meyve yiyememiştir. Bildiğimiz bir şey var o da ortada varla yok arasına sıkıştırılmış, küçültülen hatta yok sayılan büyük bir sorun var.
Kürtçe gibi köklü bir dilin durumu üzerine esas dikkat etmemiz gereken nokta, resmi otoritenin bu dilin varlığı, yokluğu, geçmişi ya da geleceği hakkında net bir tutum sergilemiyor oluşudur. Ortada derin bir belirsizlik havası dolaşıyor; her kesim adeta yarı ağızla konuşuyor, asıl meselelerin çevresinde dolanıyor. Bu belirsiz durum yalnızca bir dilin değil, aynı zamanda onu konuşan bir halkın varlığını bile sorgulanabilir hale getiriyor.
Yine sorular yeni sorular bitmek tükenmek bilmeyen türden sorular. Bu meselede söz, yetki kimde? Devletin mi, halkın mı? Kültür Bakanlığı mı bu konuda yetkili, yoksa Türk Dil Kurumu mu? Ya da Türk milletinin kaderini çizen Meclis mi bu denklemin cevabını bulmalı? Belki de Milli Eğitim Bakanlığı’na ya da doğrudan cumhurbaşkanına düşen bir sorumluluktur. Ancak net olan bir şey var ki, bu düğümü çözmek istiyorsak her şeyden önce doğru kapıyı çalmamız gerekiyor. İster Hanya'yı ister Konya'yı anlamaya çalışalım, mantıklı bir yol haritası çizilmesi şart.
Türkçe'nin zenginleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi üzerine “Türk Dil Kurumu” yoğunlaşmış durumda. Bu bağlamda, Türkçe ile ilgili oldukça yetkin çalışmalar gerçekleştiriliyor olması kurumun misyonuyla tamamen uyuşuyor. Sorumluluk alanının sadece Türkçeyle sınırlı kalması ne kadar doğru? Kurumun anadillere dair bilimsel yaklaşımı ne yönde? Kürtçe hakkında sahiden ne düşünüyor ve ne yapıyor? Ya da bir şeyler düşünmeli mi/yapmalı mı? Deli sorular peşimizi bırakmıyor tabii: Türkçenin olduğu gibi Anadolu’nun, Mezopotamya’nın kadim dillerinden biri olan, milyonlarca vatandaşımızın konuştuğu dil üzerine de araştırma, inceleme, koruma, geliştirme ve zenginleştirme yapan bir kuruma ihtiyaç var mı/yok mu/olmalı mı?
Bağımsızlıklarını ve bilimsel ilkelerini koruyan sözde üniversitelerimizin, ana dillere yönelik tutumlarını anlamakta giderek daha da zorlanıyorum. Özellikle dil bilimci akademisyenlerin bu konudaki duruşları beni düşündürüyor. Kürtçenin yozlaşması, kullanım alanlarının giderek azalması, eğitim ve öğretimde yer bulamaması, dolayısıyla bir yok olma tehdidiyle karşı karşıya olması gibi ciddi meseleler karşısında ne yapıyorlar? Hangi projeler hayata geçirildi, hangi çalıştaylar düzenlendi? Dilin yaşatılması için alınan somut önlemler neler? Akademisyenlerin, sosyolojik gerçeğimiz karşısında sergilemesi gereken demokratik ve bilimsel tavır nerede? Bunların yanı sıra, entelektüel Türk ve Kürt aydınlar ile sanatçıların bu konuda ne kadar ses çıkarabildiğini, hem de bunu kendi ana dillerinde ne kadar yapabildiklerini de sorgulamak gerekiyor. Bu önemli meselede duyarlılık gösterenlerin sayısı ve etkisi acaba yeterli mi?
John Berger'in "Ana dili; anayurt demektir" sözü, dilin bir toplum için ne denli hayati olduğuna dair güçlü bir vurgu yapar. Tarih bize, ana dilini geliştiremeyen, onu zenginleştiremeyen ve edebi bir kimlik kazandıramayan toplumların asimilasyon sürecine daha kolay dâhil olduklarını defalarca göstermiştir. Bir toplumu asimile etmenin temel yollarından biri dilini ortadan kaldırmak ya da baskı altına almaktır. Bu bağlamda, bir devletin dili koruma ve yaşatma amacıyla kurumsal adımlar atması, tarihsel ve kültürel miras açısından büyük bir övgüyle karşılanmalıdır.
Cambridge Üniversitesinde yayınlanan makalede şöyle geçer: “Ana dili yeni nesillere aktarılmadığı sürece kullanım sıklığı azalır ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bir toplulukta bir dilin daha az kullanılmaya başlanması tehlike altına girmesindeki önemli etmenlerden biridir. Sadece sayı olarak azalmak değil yaşamın birçok bağlamındaki işlevsel kullanımdaki azalmalar da bu tehlikeli durumun oluşumundan sorumludur. Yerli bir dilin kamusal, eğitim, sağlık ve kurumsal bağlamda kullanılması yerine başka bir dilin tercih edilmesi ya da tek bir işlevi yerine getirmek dışında kullanılmaması o dilin yok olmasında rol oynar,”(Crystal 2014, s. 17; Language Death. Cambridge University Press) . Bugünün Türkiye’sinde pek de ciddiye alınmayan kadim bir ana dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dilin sadece sokakta konuşuluyor olmasının yeterli bir hak olarak nitelendiriliyor olması onun özgür ve bağımsız olduğu anlamına gelmez. Resmi ideolojinin tutumu, söylemi ve eylemi burada da karşımıza çıkıyor.
Kürtçe ile ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında, Türkiye’de resmi bir kurumu hele de Türk Dil Kurumunun bu alanda belirgin bir girişimde bulunmadığı hatta yok sayan yayınların yapıldığı da görülmüştür. Oysa Kürtler, yüzyıllardır bu coğrafyada Türklerle yan yana yaşayan ve kültürleri ile dilleri bu toprakların ayrılmaz bir parçası olan bir topluluktur. Bu bağlamda sormak gerekiyor: Kürtçe üzerinde daha kapsamlı akademik çalışmalar yürütülseydi, bu dilin zenginleşmesine katkı sunacak eserler yayımlansaydı ve daha da önemlisi Kürtçe için özel bir kurum ya da organizasyon kurulması fikri geniş bir şekilde takdir görseydi, nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
Böyle bir yaklaşım, hem Kürtçenin korunması ve yaşatılmasına katkı sağlayabilir hem de toplumda dilsel çeşitlilik konusunda farkındalık yaratabilir. Bu tür adımlar, toplumsal barışı zedelemek yerine, farklı halklar arasında köprüler kurarak ilişkileri güçlendirme potansiyeli taşıyabilir. Ancak bu sürecin sağlıklı bir şekilde yönetilebilmesi, benimsenen politikalar, sergilenen tutumlar ve gösterilen samimiyet düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır. Egemen yapıların—ister bir devlet, bölge, hükümet ya da başka bir otorite olsun—bu tür meselelerde koruma ve yaşatma konusundaki niyetleri belirleyicidir.
Türkiye’de Türkçe ve ana dili bilinci, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarma ve onu dünya dilleri arasında hak ettiği yere ulaştırma" hedefiyle 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu'nun (TDK) kurulmasıyla somut hale gelmiştir. Çünkü bir dilin yaşaması, yalnızca onu konuşan bireylerin varlığıyla mümkün değildir; bunun devlet eliyle desteklenmesi, bilimsel bir disipline ve kurumsal yapıya dönüştürülmesi kaçınılmazdır. TDK sayesinde Türkçe’nin temel kaynakları araştırılmış, derlenmiş ve geniş kitlelere ulaştırılmıştır.
Ne yazık ki aynı yaklaşım, aynı topraklar üzerinde yüzyıllardır varlık gösteren ve zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren diğer diller için sergilenmemektedir. Özellikle Kürtçe gibi dillerin görmezden gelinmesi ya da dışlanması, samimi bir tutum olarak nitelendirilemez. Bir dilin gelişimi ve korunması önünde korku ve kaygı iklimi oluşturulması, o dili susturmayı hedefleyen politikaların üstü kapalı bir yansımasıdır. Irkçı yaklaşımlar ve ayrımcı politikalarla bir dilin yok sayılması ya da yasaklanması asla kabul edilemez. Her dil özeldir, değerlidir ve birbirinden üstün değildir. Dili kullanma, öğrenme ve öğretme hakkı, yalnızca kişisel veya ailevi bir mesele değil, aynı zamanda o bireyin vatandaşı olduğu devletin asli görevlerinden biridir.
Ana dili, bireyin kimliğini ve benliğini en güçlü şekilde ifade edebildiği temel araçtır. Özellikle bu kadar zengin etnik, kültürel ve inanç yelpazesine sahip bir coğrafyada yaşıyorken, bu çeşitliliğin devlet mekanizmalarına adil biçimde yansıtılmaması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu'nun çok kültürlü mozaiğini görmezden gelerek atılan her adım, bu toprakların tarihsel dokusu ve gerçekliğiyle çelişiyor. Bu yüzyılda ana dili konuşmak, kullanmak, eğitimini almak doğal bir hak değil de nedir ki? Bu hak; herhangi bir ideolojinin korku iklimi yaratarak yok sayma, engelleme, baskı ve yasaklamalarla gasp edemeyeceği temel bir değerdir. Bir halkın varlığı dille anlam kazanır. Çünkü dil, yalnızca günlük iletişimin ötesinde, kültürü bir nesilden diğerine taşıyan güçlü bir köprüdür. Eğer bu köprü yıkılırsa, bir milletin geleceği tehdit altına girer.
Farklılıklarımızın bir zenginlik olduğunu kabullenmek ve "Evet, bizler farklıyız, ama bu farklılıklarımızla birlikte yaşamayı başardığımız için güçlüyüz," düşüncesinin sadece miting meydanlarında değil, devlet politikalarında da yer bulması gerekiyor. Sokaktaki barış, kardeşlik ve hoşgörü çağrılarının, anayasa ve diğer resmi metinlerde yer bulmaması uzun vadede çözüm yerine sorun yaratıyor. Belki artık soruyu tersine çevirmeliyiz: Sistemin etnik kimliklere ve inanç gruplarına tanıdığı haklardan ziyade, onları hangi haklardan mahrum bıraktığını tartışmak gerekiyor. Adil bir düzende doğru sorularla korku ve kaygılardan azade farklılıklarımızı reddetmeden, aksine onların varlığını kabul ederek çelik kapıları aralayabiliriz. Çünkü diller de insanlar gibidir; yaşatılmaları için sevgiye, korunmaya ve sürekli desteğe ihtiyaç duyarlar. Unutmayalım ki bir dilin yok olması, sadece bir iletişim aracının değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir birikimin ve kültürel zenginliğin kaybı demektir.
Fischer, Steven Roger (2013), “Dilin Tarihi” kitabında “Ana dillerini kaybedenler, her zaman etnik kimlik kaybı yaşarlar. Bu aynı zamanda sözlü kültürün de yok olması demektir. Bununla birlikte gelenek ve görenekler de yok olmaktadır. Bu durumda göçmen/azınlık toplumları çöker ve yeni dil çoğunlukla bu boşluğu dolduramaz. Dolayısıyla ya yeni kimlik arayışında olan ya da hâkim kültürün içinde kaybolmuş kayıp nesiller ortaya çıkar,” diyerek dil kaybıyla kimlik kaybını eş değer görmüştür. Bir dilin spontane/kendi haline bırakılması, akademik düzeyde korunmaması, öğretilmemesi ya da günlük hayatta etkin kullanılmaması o dili gölgeye itmekten başka bir şey değildir. Dilini kaybeden bir millet sadece geçmişini değil, aynı zamanda geleceğini de karartır. Bu nedenle her halk, kendi ana diline sahip çıkmalı ve bunun korunması için gerekli adımlar atılmalıdır.
Dil, yalnızca seslerden ibaret değildir; aynı zamanda bir milletin "ses bayrağıdır." Ancak Kürtçe gibi dillere bakıldığında bu bayrağın yalnızca şarkıların, türkülerin dar odalarına sıkıştırıldığını görüyoruz. Oysa bir dilin kurumsallığı yoksa o dil zamanla unutulmaya yüz tutar. Kaybolan dillere baktığımızda bu sürecin sebepleri gayet net görülür: Dilin sistematik bir şekilde dışlanması, asimilasyon politikaları ve yasaklamalar yoluyla dinamik yapısının bozulması o dili yetersiz ve etkisiz hale getirir. Uzun vadede kullanım alanı daralarak kaybolur.
Bir dili kaybetmek mi, kazanmak mı esas alınmalı? Dil sadece kelimelerden ibaret değildir. O aynı zamanda insanın duygu ve hayal dünyasını şekillendirir. Öyle ki rüyalarımızı, hislerimizi ve düşüncelerimizi bile en iyi ana dilimizde ifade ederiz. Başka bir dili sonradan öğrenmiş olsak bile aynı derinliği yakalamamız kolay değildir. Eğer bir dil hedef alınır, yozlaştırılır ya da genetiğiyle oynanırsa; o toplumun kendi benliği ve kültürel bağları zarar görmeye başlar. Kültürel çürüme dediğimiz şey işte tam olarak buradan doğar. Unutmamak gerekir ki; yıkmak her zaman yapmaktan daha kolaydır. Bir binayı inşa etmek ne kadar emek isterse, onun yıkımı bir o kadar kolay ama bir o kadar da yıkıcıdır.
Üniversitedeki Türk Dili Anabilim Dalındaki Hocam Erdoğan Boz’un ‘Türk Dili’ dergisindeki makalesinde “Toplumlar dillerini, kültürlerini ve nihayet kendi öz benliklerini kaybetmek istemiyorlar ve kendi kötü gidişlerine dur demek istiyorlarsa dillerini çocuklarına öğretmeleri ve bu dili daha çok alanda kullanmaya gayret etmeleri gerekiyor. Aksi hâlde dilleri, kültürleri ve kendi öz benlikleri kaybolacaktır,” ifadeleri bir dilin yok olma tehlikesiyle karşılaşması, genellikle o dili konuşan topluluğun sayısıyla doğrudan ilişkilidir.
Konuşmacı sayısı azaldıkça, dilin tehlikede olma durumu daha da artar. Toplumlarda konuşulan dillerin tamamen kaybolmasının ya da yok olma riskiyle karşılaşmasının sosyo-kültürel, coğrafi, ekonomik, stratejik ve hatta medikal nedenleri olabilir. Bir dil, bireyler tarafından günlük yaşamda yeterince kullanılmadığında, yeni nesillere aktarılmadığında ve sosyal alanlardaki varlığı daraldığında bu süreç hızlanır. Örneğin, Afrika'da yerel dillerin kaybolmasında İngilizce ve Fransızca gibi dillerin yanı sıra sömürgeci devletlerin baskısının etkisi büyüktür.
Bir insanın ana diliyle bağı bebeklikten başlar. Tüm çocuklar gibi Kürtler de ana dilinin melodisini, ritmini, sıcaklığını ve hatta kokusunu ana dilinde hissetmeli/hissedebilmelidir; böylece ana dili, yalnızca konuşulan bir araç olmaktan sıyrılarak, kişinin benliği ile bütünleşmiş bir varlık haline gelir. Çünkü dil, sadece kelimeleri cümlelere dönüştürmekten ibaret değildir; aynı zamanda bireyin kimliğini, kültürel mirasını geleceğe taşıyan en önemli unsurdur. Darry Babe Wilson: "Bu dünyada hayatta kalabilmek için beyaz adamın dilini öğrenmeliyiz; ama sonsuza kadar yaşamak için kendi dilimizi bilmemiz gerek." Amerikan yerlisi Wilson’un bu sözü, ana dilin, toplumsal varoluşun temel dayanağı olarak nasıl hayati olduğunu da gözler önüne serer. Dil, bireyin ve toplumun hafızasıdır; o yok olduğunda, geçmişten geleceğe uzanan bağ da kopar. Bu nedenle, ana dili koruma sorumluluğunu bir görev değil, bir onur meselesi olarak görmek gerekir. Tüm dillerin evlatları vardır ve bu evlatlar, analarına, onların dillerine sahip çıkmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki tüm diller kutsaldır, bunun zartı zurtu, şusu busu yoktur. Hepsi evrensel değer taşır ve bu dillerin yaşaması için hem bireylere hem de devlete sorumluluk düşer. Kürtçe gibi yerel-bölgesel kabul edilen(!) köksüzleştirmeye çalışılan dillere yönelik ön yargılar ve kısıtlamalar yerine kapsayıcı politikalar geliştirilmelidir. Bu dilleri sadece evlerde, sokaklarda değil; okullarda, akademilerde ve kamu alanlarında da yaşatmak/yaşatabilmek o devletin büyüklüğünü, samimiyetini, vicdanını yansıtır. Gerisin geri Anadolu ağzıyla söylemek gerekirse “kuru kuru gadanı alayımdan ” başka bir şey değildir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Ölü Zaman (Yaşamaya Dair) - Mesut Akça
10.03.2025 13:54
Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin y
Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adet
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
BursaMuhalif.com
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mesut Akça
Kürtçem benim ses bayrağım - Mesut Akça
Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adeta görünmez bir örtü gibi bebeğin ruhunu sarar. Ana dilin derin geçmişinden kalan ninniler, beşiğin hafif gıcırtısıyla odada yankılanmaya başlar. Zaman geçer… Çocuk büyüdükçe, ana dilde duyduğu bu sözlerin anlamı, devletin dayattığı bilinmezliğin içinde yavaş yavaş silinir gider. Ve sonunda her şey bir anının sisli köşelerine hapsolur. Peki, kaybolan nedir? Sadece çocukluk anıları mı? O eski ninniler mi? Yoksa annenin hatırlara sinmiş kokusu mu?
Türkiye'de "ana dili" meselesi önemli bir sorun teşkil etmektedir. Ancak, bir sorunun dile getirilmemesi, göz ardı edilmesi ya da yok sayılması, o sorunu ortadan kaldırmaz. Özellikle ana dil konusunda, konuya dair doğrudan bilgi ve deneyime sahip olmayan pek çok kişinin rahatlıkla yorum yapıp hüküm vermesi, meselenin hem tespitini hem de çözümünü daha karmaşık bir hale getirmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığı ile yokluğu arasında sıkışmış olan bir dilin, asimilasyona maruz bırakılması, ticari bir meta gibi değerlendirilmesi ve azınlık statüsüne indirgenerek yalnızca arz-talep dengesi üzerinden ele alınması oldukça üzücü bir durumdur.
Konuyla ilgili duyarlı olan hemen herkesin zihnini meşgul eden onlarca soru var. Çoğu zaman sesli dile getirmekten korktuğumuz derin bir oflama eşliğinde iç geçirdiğimiz kolay sorular. Benim için soru yalnızca cevap arayışından ibaret değildir; aynı zamanda o konu etrafında başka neler düşünülebileceğine dair bir kapı aralamaktır. Bu soruların çoğunun muhatabı, aslında kendimim. Bir sorgulama sürecine girerek, en doğru ve en adil yaklaşımı bulmaya çaba gösteririm. Sorunun merkezine kendimi yerleştirir ve bu doğrultuda düşüncelerimi tartışırım. En sert eleştiriyi de yine kendime yöneltirim. Ancak başkası olmayı; yani farklı bir perspektiften bakmayı başardığım anda, sorular da anlam kazanmaya başlar.
Ülkemizde Kürtçeye dair bazı sahnelere tanıklık ettiğim de, içimde sessiz bir sorgulama yükseliyor: Kürtçenin geleceği ne olacak? Bu soru, sadece bir dilin kaderini değil, aynı zamanda onunla beraber şekillenen bir kültürün, bir halkın kimliğini ve tarihini de düşünmeye yönlendiriyor beni. Bilindiği gibi, diller tıpkı canlı organizmalar gibi bir döngü içindedir; doğar, gelişir, yaşar ve uygun koşulları sağlayamazsa zamanla yok olabilir. Ne yazık ki Kürtçe de bu döngünün zorlu bir aşamasında, âdeta hayatta kalma mücadelesi veriyor. Üstelik bu durum, milyonlarca Kürt'ün ana dili olarak yaşaması gereken bir coğrafyanın sınırları içinde gerçekleşiyor.
Ancak burada asıl çarpıcı olan böylesi bir tablo karşısında Kürtler, dillerinin kadim geçmişini ve taşıdığı kültürel mirası korumak adına ne kadar çaba gösteriyor? Yoksa bu yitip gitme tehlikesini fark edemeyerek ya da bu sürecin kaçınılmaz olduğunu düşünerek kayıtsız mı kalıyorlar? Bu serzeniş hem bireysel hem de toplumsal bir farkındalık yaratılması gerekliliğini çağrıştırıyor. Çünkü bir dil yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda halkların geçmişini bugüne taşıyan ve geleceğe aktaran çok değerli bir hazinedir.
Ana dilimizi öğrenmek, konuşmak, yazmak, bireysel bir tercih olmanın ötesinde bilimsel, toplumsal ve kültürel bir gerekliliktir. Dil, bir halkın kimliğinin en güçlü ifade biçimlerinden birini oluşturur. Bir milletin varlığını sürdürebilmesi için kültürle birlikte dilin de korunup yaşatılması şarttır. Ancak bu noktada sorumluluk kime aittir? Ana dili yaşatma görevi, o dili konuşan bireylerin ve halkın mı, yoksa devletin mi omuzlarındadır? Bildiğim şey ise tek taraflı olmayacağı kesin olan bu sorunun içinde kıvrandığımızdır.
Dil öğrenmenin önemi, yalnızca iletişim aracı olmasında değil, aynı zamanda toplumsal hafızayı, kültürel değerleri ve tarihsel birikimi nesiller boyunca aktarabilmesinde yatar. İçinde yaşayan gelenekleri ve yaşam biçimini de barındıran dil, bir halkın geçmişiyle bağlarını güçlendirirken geleceğe dönük hayatta kalma mücadelesine destek olur. Bu açıdan, ana dili öğrenmek yalnızca bireysel bir kazanım değil, toplumsal bir sorumluluktur. Konuşmak ve yazmak ise bu yaşam döngüsünün devam etmesi için kaçınılmazdır.
Hangi dilden söz edersek edelim, bir dilin yaşatılması yükümlülüğü bireylerin olduğu kadar toplumlardaki karar alıcı mercilerin, yani devletin de sorumluluğu altındadır. Kürtçe özelinde tartışacak olursak, bu dilin varlığını koruyabilmesi için sadece Kürt halkının çabaları yeterli midir? Yoksa devletlerin de dilleri ve kültürel zenginlikleri destekleyici politikalar geliştirmesi mi gerekir? Bu sorulara yanıt ararken meseleyi yalnızca bireysel veya toplumsal boyutta ele almak yerine, daha kapsamlı bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor.
Bu konuya kim nereden, nasıl bakıyor/bakmalı? Dil bilim açısından mı, etnik yapıdan mı, hak-hukuk-adalet yönüyle mi değerlendirmeliyiz? Yoksa her zamanki gibi korku ve kaygılarımızla üstünü örtüp arkamızı mı dönelim? Yine sorular yine sorular… Her kesim Konuya dair kendi penceresinde bir yol tutturmuş olsa da Kürtler hala elle tutulur bir meyve yiyememiştir. Bildiğimiz bir şey var o da ortada varla yok arasına sıkıştırılmış, küçültülen hatta yok sayılan büyük bir sorun var.
Kürtçe gibi köklü bir dilin durumu üzerine esas dikkat etmemiz gereken nokta, resmi otoritenin bu dilin varlığı, yokluğu, geçmişi ya da geleceği hakkında net bir tutum sergilemiyor oluşudur. Ortada derin bir belirsizlik havası dolaşıyor; her kesim adeta yarı ağızla konuşuyor, asıl meselelerin çevresinde dolanıyor. Bu belirsiz durum yalnızca bir dilin değil, aynı zamanda onu konuşan bir halkın varlığını bile sorgulanabilir hale getiriyor.
Yine sorular yeni sorular bitmek tükenmek bilmeyen türden sorular. Bu meselede söz, yetki kimde? Devletin mi, halkın mı? Kültür Bakanlığı mı bu konuda yetkili, yoksa Türk Dil Kurumu mu? Ya da Türk milletinin kaderini çizen Meclis mi bu denklemin cevabını bulmalı? Belki de Milli Eğitim Bakanlığı’na ya da doğrudan cumhurbaşkanına düşen bir sorumluluktur. Ancak net olan bir şey var ki, bu düğümü çözmek istiyorsak her şeyden önce doğru kapıyı çalmamız gerekiyor. İster Hanya'yı ister Konya'yı anlamaya çalışalım, mantıklı bir yol haritası çizilmesi şart.
Türkçe'nin zenginleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi üzerine “Türk Dil Kurumu” yoğunlaşmış durumda. Bu bağlamda, Türkçe ile ilgili oldukça yetkin çalışmalar gerçekleştiriliyor olması kurumun misyonuyla tamamen uyuşuyor. Sorumluluk alanının sadece Türkçeyle sınırlı kalması ne kadar doğru? Kurumun anadillere dair bilimsel yaklaşımı ne yönde? Kürtçe hakkında sahiden ne düşünüyor ve ne yapıyor? Ya da bir şeyler düşünmeli mi/yapmalı mı? Deli sorular peşimizi bırakmıyor tabii: Türkçenin olduğu gibi Anadolu’nun, Mezopotamya’nın kadim dillerinden biri olan, milyonlarca vatandaşımızın konuştuğu dil üzerine de araştırma, inceleme, koruma, geliştirme ve zenginleştirme yapan bir kuruma ihtiyaç var mı/yok mu/olmalı mı?
Bağımsızlıklarını ve bilimsel ilkelerini koruyan sözde üniversitelerimizin, ana dillere yönelik tutumlarını anlamakta giderek daha da zorlanıyorum. Özellikle dil bilimci akademisyenlerin bu konudaki duruşları beni düşündürüyor. Kürtçenin yozlaşması, kullanım alanlarının giderek azalması, eğitim ve öğretimde yer bulamaması, dolayısıyla bir yok olma tehdidiyle karşı karşıya olması gibi ciddi meseleler karşısında ne yapıyorlar? Hangi projeler hayata geçirildi, hangi çalıştaylar düzenlendi? Dilin yaşatılması için alınan somut önlemler neler? Akademisyenlerin, sosyolojik gerçeğimiz karşısında sergilemesi gereken demokratik ve bilimsel tavır nerede? Bunların yanı sıra, entelektüel Türk ve Kürt aydınlar ile sanatçıların bu konuda ne kadar ses çıkarabildiğini, hem de bunu kendi ana dillerinde ne kadar yapabildiklerini de sorgulamak gerekiyor. Bu önemli meselede duyarlılık gösterenlerin sayısı ve etkisi acaba yeterli mi?
John Berger'in "Ana dili; anayurt demektir" sözü, dilin bir toplum için ne denli hayati olduğuna dair güçlü bir vurgu yapar. Tarih bize, ana dilini geliştiremeyen, onu zenginleştiremeyen ve edebi bir kimlik kazandıramayan toplumların asimilasyon sürecine daha kolay dâhil olduklarını defalarca göstermiştir. Bir toplumu asimile etmenin temel yollarından biri dilini ortadan kaldırmak ya da baskı altına almaktır. Bu bağlamda, bir devletin dili koruma ve yaşatma amacıyla kurumsal adımlar atması, tarihsel ve kültürel miras açısından büyük bir övgüyle karşılanmalıdır.
Cambridge Üniversitesinde yayınlanan makalede şöyle geçer: “Ana dili yeni nesillere aktarılmadığı sürece kullanım sıklığı azalır ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bir toplulukta bir dilin daha az kullanılmaya başlanması tehlike altına girmesindeki önemli etmenlerden biridir. Sadece sayı olarak azalmak değil yaşamın birçok bağlamındaki işlevsel kullanımdaki azalmalar da bu tehlikeli durumun oluşumundan sorumludur. Yerli bir dilin kamusal, eğitim, sağlık ve kurumsal bağlamda kullanılması yerine başka bir dilin tercih edilmesi ya da tek bir işlevi yerine getirmek dışında kullanılmaması o dilin yok olmasında rol oynar,”(Crystal 2014, s. 17; Language Death. Cambridge University Press) . Bugünün Türkiye’sinde pek de ciddiye alınmayan kadim bir ana dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dilin sadece sokakta konuşuluyor olmasının yeterli bir hak olarak nitelendiriliyor olması onun özgür ve bağımsız olduğu anlamına gelmez. Resmi ideolojinin tutumu, söylemi ve eylemi burada da karşımıza çıkıyor.
Kürtçe ile ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında, Türkiye’de resmi bir kurumu hele de Türk Dil Kurumunun bu alanda belirgin bir girişimde bulunmadığı hatta yok sayan yayınların yapıldığı da görülmüştür. Oysa Kürtler, yüzyıllardır bu coğrafyada Türklerle yan yana yaşayan ve kültürleri ile dilleri bu toprakların ayrılmaz bir parçası olan bir topluluktur. Bu bağlamda sormak gerekiyor: Kürtçe üzerinde daha kapsamlı akademik çalışmalar yürütülseydi, bu dilin zenginleşmesine katkı sunacak eserler yayımlansaydı ve daha da önemlisi Kürtçe için özel bir kurum ya da organizasyon kurulması fikri geniş bir şekilde takdir görseydi, nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
Böyle bir yaklaşım, hem Kürtçenin korunması ve yaşatılmasına katkı sağlayabilir hem de toplumda dilsel çeşitlilik konusunda farkındalık yaratabilir. Bu tür adımlar, toplumsal barışı zedelemek yerine, farklı halklar arasında köprüler kurarak ilişkileri güçlendirme potansiyeli taşıyabilir. Ancak bu sürecin sağlıklı bir şekilde yönetilebilmesi, benimsenen politikalar, sergilenen tutumlar ve gösterilen samimiyet düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır. Egemen yapıların—ister bir devlet, bölge, hükümet ya da başka bir otorite olsun—bu tür meselelerde koruma ve yaşatma konusundaki niyetleri belirleyicidir.
Türkiye’de Türkçe ve ana dili bilinci, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarma ve onu dünya dilleri arasında hak ettiği yere ulaştırma" hedefiyle 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu'nun (TDK) kurulmasıyla somut hale gelmiştir. Çünkü bir dilin yaşaması, yalnızca onu konuşan bireylerin varlığıyla mümkün değildir; bunun devlet eliyle desteklenmesi, bilimsel bir disipline ve kurumsal yapıya dönüştürülmesi kaçınılmazdır. TDK sayesinde Türkçe’nin temel kaynakları araştırılmış, derlenmiş ve geniş kitlelere ulaştırılmıştır.
Ne yazık ki aynı yaklaşım, aynı topraklar üzerinde yüzyıllardır varlık gösteren ve zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren diğer diller için sergilenmemektedir. Özellikle Kürtçe gibi dillerin görmezden gelinmesi ya da dışlanması, samimi bir tutum olarak nitelendirilemez. Bir dilin gelişimi ve korunması önünde korku ve kaygı iklimi oluşturulması, o dili susturmayı hedefleyen politikaların üstü kapalı bir yansımasıdır. Irkçı yaklaşımlar ve ayrımcı politikalarla bir dilin yok sayılması ya da yasaklanması asla kabul edilemez. Her dil özeldir, değerlidir ve birbirinden üstün değildir. Dili kullanma, öğrenme ve öğretme hakkı, yalnızca kişisel veya ailevi bir mesele değil, aynı zamanda o bireyin vatandaşı olduğu devletin asli görevlerinden biridir.
Ana dili, bireyin kimliğini ve benliğini en güçlü şekilde ifade edebildiği temel araçtır. Özellikle bu kadar zengin etnik, kültürel ve inanç yelpazesine sahip bir coğrafyada yaşıyorken, bu çeşitliliğin devlet mekanizmalarına adil biçimde yansıtılmaması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu'nun çok kültürlü mozaiğini görmezden gelerek atılan her adım, bu toprakların tarihsel dokusu ve gerçekliğiyle çelişiyor. Bu yüzyılda ana dili konuşmak, kullanmak, eğitimini almak doğal bir hak değil de nedir ki? Bu hak; herhangi bir ideolojinin korku iklimi yaratarak yok sayma, engelleme, baskı ve yasaklamalarla gasp edemeyeceği temel bir değerdir. Bir halkın varlığı dille anlam kazanır. Çünkü dil, yalnızca günlük iletişimin ötesinde, kültürü bir nesilden diğerine taşıyan güçlü bir köprüdür. Eğer bu köprü yıkılırsa, bir milletin geleceği tehdit altına girer.
Farklılıklarımızın bir zenginlik olduğunu kabullenmek ve "Evet, bizler farklıyız, ama bu farklılıklarımızla birlikte yaşamayı başardığımız için güçlüyüz," düşüncesinin sadece miting meydanlarında değil, devlet politikalarında da yer bulması gerekiyor. Sokaktaki barış, kardeşlik ve hoşgörü çağrılarının, anayasa ve diğer resmi metinlerde yer bulmaması uzun vadede çözüm yerine sorun yaratıyor. Belki artık soruyu tersine çevirmeliyiz: Sistemin etnik kimliklere ve inanç gruplarına tanıdığı haklardan ziyade, onları hangi haklardan mahrum bıraktığını tartışmak gerekiyor. Adil bir düzende doğru sorularla korku ve kaygılardan azade farklılıklarımızı reddetmeden, aksine onların varlığını kabul ederek çelik kapıları aralayabiliriz. Çünkü diller de insanlar gibidir; yaşatılmaları için sevgiye, korunmaya ve sürekli desteğe ihtiyaç duyarlar. Unutmayalım ki bir dilin yok olması, sadece bir iletişim aracının değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir birikimin ve kültürel zenginliğin kaybı demektir.
Fischer, Steven Roger (2013), “Dilin Tarihi” kitabında “Ana dillerini kaybedenler, her zaman etnik kimlik kaybı yaşarlar. Bu aynı zamanda sözlü kültürün de yok olması demektir. Bununla birlikte gelenek ve görenekler de yok olmaktadır. Bu durumda göçmen/azınlık toplumları çöker ve yeni dil çoğunlukla bu boşluğu dolduramaz. Dolayısıyla ya yeni kimlik arayışında olan ya da hâkim kültürün içinde kaybolmuş kayıp nesiller ortaya çıkar,” diyerek dil kaybıyla kimlik kaybını eş değer görmüştür. Bir dilin spontane/kendi haline bırakılması, akademik düzeyde korunmaması, öğretilmemesi ya da günlük hayatta etkin kullanılmaması o dili gölgeye itmekten başka bir şey değildir. Dilini kaybeden bir millet sadece geçmişini değil, aynı zamanda geleceğini de karartır. Bu nedenle her halk, kendi ana diline sahip çıkmalı ve bunun korunması için gerekli adımlar atılmalıdır.
Dil, yalnızca seslerden ibaret değildir; aynı zamanda bir milletin "ses bayrağıdır." Ancak Kürtçe gibi dillere bakıldığında bu bayrağın yalnızca şarkıların, türkülerin dar odalarına sıkıştırıldığını görüyoruz. Oysa bir dilin kurumsallığı yoksa o dil zamanla unutulmaya yüz tutar. Kaybolan dillere baktığımızda bu sürecin sebepleri gayet net görülür: Dilin sistematik bir şekilde dışlanması, asimilasyon politikaları ve yasaklamalar yoluyla dinamik yapısının bozulması o dili yetersiz ve etkisiz hale getirir. Uzun vadede kullanım alanı daralarak kaybolur.
Bir dili kaybetmek mi, kazanmak mı esas alınmalı? Dil sadece kelimelerden ibaret değildir. O aynı zamanda insanın duygu ve hayal dünyasını şekillendirir. Öyle ki rüyalarımızı, hislerimizi ve düşüncelerimizi bile en iyi ana dilimizde ifade ederiz. Başka bir dili sonradan öğrenmiş olsak bile aynı derinliği yakalamamız kolay değildir. Eğer bir dil hedef alınır, yozlaştırılır ya da genetiğiyle oynanırsa; o toplumun kendi benliği ve kültürel bağları zarar görmeye başlar. Kültürel çürüme dediğimiz şey işte tam olarak buradan doğar. Unutmamak gerekir ki; yıkmak her zaman yapmaktan daha kolaydır. Bir binayı inşa etmek ne kadar emek isterse, onun yıkımı bir o kadar kolay ama bir o kadar da yıkıcıdır.
Üniversitedeki Türk Dili Anabilim Dalındaki Hocam Erdoğan Boz’un ‘Türk Dili’ dergisindeki makalesinde “Toplumlar dillerini, kültürlerini ve nihayet kendi öz benliklerini kaybetmek istemiyorlar ve kendi kötü gidişlerine dur demek istiyorlarsa dillerini çocuklarına öğretmeleri ve bu dili daha çok alanda kullanmaya gayret etmeleri gerekiyor. Aksi hâlde dilleri, kültürleri ve kendi öz benlikleri kaybolacaktır,” ifadeleri bir dilin yok olma tehlikesiyle karşılaşması, genellikle o dili konuşan topluluğun sayısıyla doğrudan ilişkilidir.
Konuşmacı sayısı azaldıkça, dilin tehlikede olma durumu daha da artar. Toplumlarda konuşulan dillerin tamamen kaybolmasının ya da yok olma riskiyle karşılaşmasının sosyo-kültürel, coğrafi, ekonomik, stratejik ve hatta medikal nedenleri olabilir. Bir dil, bireyler tarafından günlük yaşamda yeterince kullanılmadığında, yeni nesillere aktarılmadığında ve sosyal alanlardaki varlığı daraldığında bu süreç hızlanır. Örneğin, Afrika'da yerel dillerin kaybolmasında İngilizce ve Fransızca gibi dillerin yanı sıra sömürgeci devletlerin baskısının etkisi büyüktür.
Bir insanın ana diliyle bağı bebeklikten başlar. Tüm çocuklar gibi Kürtler de ana dilinin melodisini, ritmini, sıcaklığını ve hatta kokusunu ana dilinde hissetmeli/hissedebilmelidir; böylece ana dili, yalnızca konuşulan bir araç olmaktan sıyrılarak, kişinin benliği ile bütünleşmiş bir varlık haline gelir. Çünkü dil, sadece kelimeleri cümlelere dönüştürmekten ibaret değildir; aynı zamanda bireyin kimliğini, kültürel mirasını geleceğe taşıyan en önemli unsurdur. Darry Babe Wilson: "Bu dünyada hayatta kalabilmek için beyaz adamın dilini öğrenmeliyiz; ama sonsuza kadar yaşamak için kendi dilimizi bilmemiz gerek." Amerikan yerlisi Wilson’un bu sözü, ana dilin, toplumsal varoluşun temel dayanağı olarak nasıl hayati olduğunu da gözler önüne serer. Dil, bireyin ve toplumun hafızasıdır; o yok olduğunda, geçmişten geleceğe uzanan bağ da kopar. Bu nedenle, ana dili koruma sorumluluğunu bir görev değil, bir onur meselesi olarak görmek gerekir. Tüm dillerin evlatları vardır ve bu evlatlar, analarına, onların dillerine sahip çıkmak zorundadır.
Unutulmamalıdır ki tüm diller kutsaldır, bunun zartı zurtu, şusu busu yoktur. Hepsi evrensel değer taşır ve bu dillerin yaşaması için hem bireylere hem de devlete sorumluluk düşer. Kürtçe gibi yerel-bölgesel kabul edilen(!) köksüzleştirmeye çalışılan dillere yönelik ön yargılar ve kısıtlamalar yerine kapsayıcı politikalar geliştirilmelidir. Bu dilleri sadece evlerde, sokaklarda değil; okullarda, akademilerde ve kamu alanlarında da yaşatmak/yaşatabilmek o devletin büyüklüğünü, samimiyetini, vicdanını yansıtır. Gerisin geri Anadolu ağzıyla söylemek gerekirse “kuru kuru gadanı alayımdan ” başka bir şey değildir.
Ölü Zaman (Yaşamaya Dair) - Mesut Akça
10.03.2025 13:54Zaman algısı içinde bulunduğumuz geçmiş, an ve gelecek üçleminde yaşamımızı dizayn etmeye çalıştığımız bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Nihai hedefimiz olan “hakkını vererek yaşama” isteği değer verdiğimiz zamanın büyük bölümünü öldürmekle mümkün oluyor. Değerli vakit dediğimiz hemen herkesin y
Kürtçem benim ses bayrağım - Mesut Akça
16.03.2025 14:00Anne, bebeğini ilk kez kucağına aldığında, onun o saf ve huzur dolu kokusunu derin bir nefesle içine çeker. Hissettiği yoğun duygular, dudaklarından dökülen sözcüklerle can bulur: “Zarokê min ê delal, ez ê bibim qurbana yê ku bide te…” (Güzel yavrum, seni verene kurban olurum…) Sevgi ve şefkat, adet